Yeniçağ gazetesinde “Atatürk’ün en sevdiği spor hangisiydi” başlıklı yazıda Yaşar Gürsoy, “Hasan Reşit Tankut, Kurtuluş Savaşı’nda büyük yararlılıklar gösteren ve ardından milletvekilliği yapmış ve Atatürk tarafından Güneş Dil Teorisi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınıyordu. Kendisine o görevi bizzat Atatürk vermişti. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü’nde öğretim görevlisiydi…” satırlarına yer verdi.
Gürsoy’un yazısı şöyle:
Dil ve tarih tezleri konusunda sohbet edilen bir akşamdı…
Atatürk bir ara Hasan Reşit Tankut’a dönerek sohbet açtı, “Türk milleti anadan doğma sportmendir… Henüz yürümeye başlayan köy çocuklarını bile harman yerlerinde güreşirlerken görürsünüz. Ata en çok ve en iyi binen yalnız Türk erkekleri değil; Türk kadını da bu işi bilir. Hangi milletin daha sportmen olduğu ancak harp meydanlarında anlaşılır. Türk’ün muharebe meydanlarındaki şayanı hayret mukavemet ve kahramanlığı; ruhu kadar bünyesinin de sağlamlığına bir delildir. Yalnız harp; sportmen milletlerin üstünlüğünü belirtmek için kullanılması uygun görülmeyen müthiş bir vasıta olduğundan ancak gördüğümüz, bildiğimiz usuller tatbik olunmaktadır.” dedi
Çankaya Köşkü’nde o akşam sofradakiler bir anda ne olduğunu anlayamadı. Atatürk sözlerini sürdürdü:
“Benim en çok sevdiğim spor, serbest güreştir,” dedi ve sözlerini sürdürdü:
“Hangi Türk neferini, köylüsünü isterseniz soyup meydana çıkarınız. Dik omuzları, iyi, kusursuz teşekkül etmiş adaleleri, keskin yüz çizgileri, yanık tatlı renkleri, kafa yapıları, insanın ruhuna itimat ve neşe veren bir eser olarak canlanır. Spor, yalnız beden iktidarının bir üstünlüğü sayılamaz. İdrak ve zekâ, ahlak da bu işe yardım eder. Zekâ ve kavrayışı kısa olan kuvvetliler; zeka ve kuşatması yerinde olan daha az kuvvetlilerle başa çıkamazlar. Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim.”
Atatürk, boş zamanlarında Muhafız Alayı’ndaki erlerin güreşlerini seyretmekten keyif alır, Mehmeçiklerinin en küçük teknik hatalarını bulup düzeltmeye çalışırdı…
Sözlerini sürdürdü:
“ Dün yirmi neferin güreşlerini seyrettim. Birbirleriyle kıyasıya dövüştüler, her güreşin sonunda biri galip çıkar ya!.. Çok ve ciddi çarpıştılar. O kadar ki gömlekleri parçalandı. Bu derece çetin dövüşmeye ben sebep olmuştum. Gömleklerini ödemem icap ederdi, kendi gömleklerimi onlara dağıttırdım. Giymelerini söyledim.. Hiçbirisi giymedi.. Hayretle sebebini sordum. “Köylerimize, çocuklarımıza ve evlerimize bundan daha büyük ne götürebiliriz?” dediler.
Atatürk, sofra görevlisi İbrahim Ergüven’e seslendi ve emrini verdi:
“Benim elbise dolabımda üzeri etiketli bir nefer gömleği var… Onu alıp buraya getiriniz!”
Salondaki herkes merak içinde kalırken kısa süre sonra gömlek getirildi.
– Bu gömleği görüyor musunuz arkadaşlar!.. Dün arkadaşlarının hepsiyle başa çıkan neferin gömleği… Yamalı bir gömlek, fakat tertemiz… Türk köylüsü gibi… Onun geniş ruhu gibi sade. Kendi dolabımda, kendi eşyalarımın yanında, benim için sevimli, gözümü doyuran, içimi ferahlandıran bir hatıra.
Mavi gözleri buğulanırken, sigarasından bir duman çekti, “Dünyada sevgisi benim için yegane cömert olan şey Mehmet’in, Türk köylüsünün asaletinden gelen şeylerdir. Onun sevgisine inanmış ve kanmış olanlar insanların en bahtiyarıdırlar,” dedi.
Sofradakilerden biri öylesine etkilenmişti ki “Atatürk’üm!” diyerek sohbete katıldı.
– Sizin bütün bu içli, asil duygularınızda inkılabın büyük edebiyatı çağlayan haliyle seslenmekte, ne çare ki; en marifetlilerimiz, en cömert kabiliyetlilerimiz bile bu büyüklükleri işleyebilmek, nakledebilmekten çok uzaktırlar.. Sana bizler kâfi değiliz…
Atatürk’ün yüzüne mahcubiyet yüklendi, başını öne eğdi ve kısık bir sesle, “Estağfurullah!” dedi.